“Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.” – Giordano Bruno-

İnsanlığın geriye doğru altıbin yıllık tarihine baktığımızda, şimdi ulaştığımız uygarlığa varmak için verilen zorlu savaşta, bilim ve düşünce insanlarının verdiği kayıpların, politikacıların verdiği kayıplardan kat kat fazla olduğunu görüyoruz. Böyle olması çok doğaldır. Çünkü bilim adamı gerçeğin peşindedir. Bulduğunda onu apaçık ortaya koyar. Politikacı ise iktidarı ele geçirme peşindedir. Ele geçirdiğinde de onu kaybetmemek için uğraş verir. Birincilerin çabası bugün bilimde sanatta, teknolojide ulaştığımız dorukları yaratmıştır. İkincilerin çabası ise, çoğunlukla, toplumlara haketmedikleri savaşları ve acıları yaşatmıştır.
Giza piramiti insan aklının tasarladığı görkemli bir yapıttır. Ama o piramiti yapan milyonlarca kölenin yaşadığı acıyı, sefaleti ve ölümü yaratan politikadır. Sokrates’in gerçekleri halka açıklaması bilimdir; ona baldıran zehrini içirten politikadır. Atomun sırlarını bir bir ortaya koyan bilimdir, ama o uğurda çalışan Rosenbergler’in idam fermanını veren politikadır. İbni Rüştler akıl yolunda yürümek istediler, ama siyaset onları ölüme göndermekte tereddüt etmedi. Bu listeyi istediğiniz kadar uzatabiliriz… Liste yapmak yerine, bilim adamlarının yaşadığı trajik olaylardan birisini ele alarak, belki günümüzde yaşananlara farklı bir açıdan bakılmasını sağlayabiliriz.
Giardano Bruno, yakılarak öldürülen ilk bilim adamıdır. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden sayılan Bruno, 1548 yılında İtalya’nın Nola kasabasında doğdu. Soylu bir ailenin çocuğudur. Onaltı yaşında Dominiken tarikatına girdi. Ama parlak zekası ve öğrenme isteği onu, o dönemlerde kilise tarafından yasaklanan Kopernik evren kuramıyla tanıştırdı. O noktadan sonra, tüm kişiliklerin silindiği bir dogmatik

düşünce sisteminde, yani bir tarikatta kalamayacağını anladı. O, artık aklını özgürleştirmiş, evren ile ilgili gerçeği arama peşine düşmüştür. Özgür aklı, onu kilisenin dogmalarının ne denli yanlış olduğu gerçeğine götürdü.
“Bu evrende hiçbir şey yoktan varolmaz ve yok olmaz. Uzayda mutlak konum yoktur, her cismin yeri ötekilere göreli(relative)dir. Her şey hareket halindedir. Gözlemci kendisini merkezde görür.”
Bu görüşler, bilimin felsefeden boşandığı Bruno döneminde değil, ancak 20.yüzyılda Einstein ile kuvvet kazanabilecek görüşlerdir. Ama Bruno bununla yetinmeyecek, klisenin dogmalarına da karşı duracaktır:
“İsa tanrı değil, olağanüstü becerikli bir büyücüdür. Hristiyanlık tümüyle akıl dışıdır (irrational), bilimsel dayanaktan yoksundur.”
Aklının onu ulaştırdığı gerçekleri çekincesiz söylemeye başladı. Kilise’nin resmen benimsediği Aristo evren kuramının yanlış olduğunu, dünyanın sabit durup, güneşin dünya etrafında dönmediğini, Kopernik’in dediği gibi dünyanın güneş etrafında döndüğünü savunmaya başladı. Daha da ileri giderek, kilisenin benimsediği gök ile yer ayrılığını red ederek evrenin sonsuzluğunu benimsedi. Tanrının ve evrenin aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu, onların birbirlerinden farklı olmadığını savunmaya başladı. Bugün bize çok doğru ve apaçık görünen düşünceler, o gün için Bruno’nun kilise tarafından aforoz edilmesi için yeterli nedenlerdi. Kilise onu din sapkınlığı ile suçladı. Engizisyon mahkemesinden kurtulmak için, önce Kuzey İtalya’ya geçti.
Bruno, gerçeği arayan bir bilim adamı olmak yanında, bir filozof, bir şair bir edebiyatçı idi. Bu nitelikleri onu sürekli yazmaya itiyordu. Ne var ki, gerçekleri apaçık söylemesi politik açıdan sakıncalı sayılıyordu. O nedenle İtalya’yı terk etti. Sırasıyla Fransa, İngiltere, Almanya ve İsviçre’de tutunmaya çalıştı. Her gittiği yeni yerde ilkönceleri ilgi odağı olmayı başarıyor, ama bir süre sonra düşüncelerini apaçık söylemesi sakıncalı sayılıyor ve onu politik açıdan gözden düşürüyordu. Son durağı olan İsviçre’de yorgun ve sefalet içindeydi. Venedikli bir aristokrat’tan davet alınca hemen kabul etti. Ancak, çok geçmeden düşünceleri Venedikli aristokratı rahatsız etti. Aristokrat onu engizisyon mahkemesine şikayet etti. Hemen tutuklandı. Yedi yıl zindanda kaldı. Ona hangi suçlamaları yönelttikleri bugün belgelenemiyor;

o belgeler yok edildi. Ancak, bilinen bir gerçek var. Engizisyon mahkemesi, Bruno’ya, kilisenin resmi görüşüne uymayan düşüncelerini terk ettiğini açıklaması koşuluyla, hayatını bağışlayacağını söyledi. Aynı öneriyi kısa süre sonra ünlü fizikçi Galileo Galilei (1564 – 1642) kabul edecek ve “dünya dönmüyor” diyerek yakılmaktan kurtulacak; ömrünün sonuna kadar evinde göz hapsinde yaşamaya mahküm edilecektir. Ama Bruno kilisenin isteğini kabul etmedi. O bildiği gerçekleri inkâr edebilecek birisi değildi:
“Ne gördüğüm gerçeği gizlerim, ne de onu apaçık söylemekten korkarım. Bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım. Cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
Kaçınılmaz sona gelindi. Engizisyon mahkemesi, Bruno’nun yakılarak idam edilmesine karar verdi. Bruno, mahkeme kararını tebliğ eden engizisyon yargıcına şöyle diyordu:
-Bana ölüm emrimi tebliğ ederken, benim ölümden korktuğumdan daha çok korkuyorsun!
Engizisyon mahkemesinin kararı, 1600 yılında, Roma’da Campo dei Fiori meydanında uygulandı. Bruno diri diri yakıldı.
Bugün o meydanda Bruno’nun görkemli bir heykeli var. Kuşaklar boyunca, o heykeli görenler Bruno’yu hayranlıkla, onu yakanları ise nefretle anacaklar.
Bilime ve düşünceye gem vurmak hiçbir dine, hiçbir krala, hiçbir politikacıya yarar sağlamadı. İnanmayanlar Campo dei Fiori meydanına gidip, Bruno’nun kahramanca ve coşkuyla insanlığa ışık saçmaya devam ettiğini görebilirler. Görecekleri şey, gerçek bilim ve düşünce adamlarının onurlu duruşudur.
“Gerçek bilim adamı” nitelemesindeki “gerçek” sıfatı gereksiz sayılabilir. Bilim adamı zaten “gerçek” sıfatını taşır, diyenler olabilir. Ama çok yakın geçmişe bile değil, yaşadığımız günlere bakın. Bruno’nun deyimiyle ne çok “cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin” medyada cirit attığını göreceksiniz. Uzun süre Türk Yüksek Öğretim Sisteminin başında kalan birisinin, özel yetkili savcının sorgusundan çıkarken “Ben Amerikacıyım!” diye bağırması ile Brunu’nun yedi yıl zindanda engizisyona direnmesini eş tutabilir misiniz? Meydan genişken mangalda kül bırakmayan, meydan daralınca saçak altına saklananları gerçek bilim adamı sayabilir misiniz?

Ama umutsuzluğa yer yok. Şöyle bir çevrenize bakın, ne çok Brunolar olduğunu ve onurla gerçeği savunduklarını göreceksiniz. İnsanlık erdemini yaratanlar ve insanlığı yüceltenler onlardır. Onlar insanlık için acıyı çeker, baldıran zehrini şerbet niyetine içebilirler. Unutmayın ki Theodor Adorno’nun dediği gibi “bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar”.

 

Umatya Serüveni

Sizden Gelenler
4
Kurslar
245
Partnerlerimiz
685
Online Öğrenciler
25
Öğretmenler

Partnerlerimiz